Kızlarıma...

                           

TASA KUŞU – Eflatun Cem Güney

 

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken, eski hamam içinde... Üşüdüm Allah üşüdüm, daldan armut düşürdüm. Armudumu yemişler, bana çirkin demişler... Çirkin değil güzelim, inci mercan dizerim... Ben mercandan geçemem Aksaray’a göçemem... Aksaray’ın kilidi, bana vuran kim idi? Emmim oğlu Musacık, eli kolu kısacık... Çık çıkalım çardağa, taş atalım çaylağa; çaylak başın kaldırmış, ayvaların çaldırmış... Hani kağıt, hani defter? Bir de gelmiş çevre ister; çevrede güller, sendeki diller; ben gider oldum, duymasın eller...

 Memleketin birinde Sülün Kız derler, bir kız varmış. Ne kimsenin bir tüyüne dokunur, ne de yerdeki karıncayı incitirmiş ama, Allah kalbine göre vermemiş yoksa... Günün birinde babasını elinden alınca bir korku gelip dalına binmiş:

.           “Ne bir dağda yağmurumuz var, ne bir bağda yaprağımız var; sönen ocağımızı ne ile yakacağız” diye düşündükçe düşünür; ömrünü, gününü tüketirmiş... Anası bu korkuyu gözünden okuyunca: “A sülün kızım; demiş, ne diye kara kara düşünüp durursun? İki el, bir baş içindir; geçinmeyecek ne başımız var? Ben çulha dokurum, sen gergef işlersin; gül gibi geçinip gideriz”

.           Bu söz üstüne, korkuyu dallarından atıp işlerinin başına geçmişler; gece dememişler, gündüz dememişler; dokuyacaklarını dokuyup işleyeceklerini işlemişler; gözlerinin çırasıyla sönen ocaklarını yeniden yakıp, bir güne bir gün muhannete avuç açmamışlar, üstelik, dişlerinden tırnaklarından artırdıklarıyla köyün üstünde bir dağ, dağın üstünde bir bağ kurmuşlar, kurmuşlar ama, bu defa da kızın yüreğine bir kuruntu düşmüş: “Ya dağımızı sel alırsa, ya bağımızı yel alırsa? Bütün emeğimiz suya gider, yorulduğumuz yanımıza kalır...” diye korktukça kurar, kendi kendini yiyip tüketirmiş... Anası bu kuruntuyu kızının yüzünde okuyunca:

 “Yapma kızım, etme kızım; yağmur yağmadan sele gitme kızım; ağzını hayra aç ki, hayır gelsin işine. Yoksa böyle ağrımayan başa yağlık bağlarsan, başını dertten kurtaramazsın gayrı”

.           Ana sözü yerde kalır mı; Sülün Kız bu kuruntuyu da yüreğinden atıp koşulacağı koşulmuş işine; kara toprağı alın teriyle öyle bir yoğurmuşlar, öyle bir yoğurmuşlar ki, aldıkları gövermiş gelmiş, dedikleri yeşermiş gitmiş; dağ da dağ olmuş; bağ da bağ olmuş ya, insan buldukça bunar derler; Sülün Kız, şimdi de kendini tasaya kaptırmasın mı! “Ya asmada üzüm olmazsa; ya salkımı düzüm olmazsa? Ben bu dağa, dağ mı derim; ben bu bağa bağ mı derim!” diye dövüm dövüm dövünmeye başlamış.

.           Anası Sülün Kız’ın olmayacak duaya amin dediğini ağzından duyunca:  “Aman kızım; dünyada her şey insanın elinde, avucunda değil; ne diye olur olmaz şeylerin tasasına düşüyorsun? Tasa dediğin ne korkuya benzer, ne kuruntuya; ismi var, cismi yok bir kuştur o! Nerede avare varsa, gidip onu bulur. Gayri ne dur bilir; ne durak, üzüntüden üzüntüye atıp dünyayı başına zindan eder adamın!” demiş; daha ne diller dökmüş ama, Sülün Kız hangi şeytana uymuşsa, bu öğüdü kulağının ardı edip kendini avareliğe vermiş...

..          Tasa Kuşu’nun gözlediği de bu değil mi! Kaşla göz arasında varıp kanatları arasına almış onu... Sülün Kız, bir de gözünü açıp bakmış ki, ne baksın; misli menendi yok bir bahçe! Bir yanında kuşlar şakıyor yanık yanık... Bir yanında sular akıyor oluk oluk... Ağaçlarında da türlü meyve, türlü koruk... O kuşlara kumru mu desem, kanarya mı desem, ne desem! O sulara şeker mi desem, şerbet mi desem, ne desem! Meyvesini de ne siz sorun ne ben söyleyeyim; bulunsa bulunsa Erem bağlarında bulunur belki...

.           Böyle bir yerde kimin gözü gönlü açılmaz, ama Sülün Kız, o cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara bakmış: “Ah bin gözüm, bin kulağım olsa da, bin bir sesi birden duyup dinlesem!” diye tasa çekmeye başlamış. Sen misin yok yere tasaya düşen! O anda bütün kuşların ağzı dili tutulmuş; kumrular da susmuş, kanaryalar da, bir serçe bile kanadını kımıldatmamış... O zaman Tasa Kuşu yaprakların arasından seslenmiş ona: “Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: Geçti gül, geçti bülbül... İster ağla, ister gül...”

.           Sülün Kız, boylu boyunca karalara batmış. Bu tasa yetmiyormuş gibi, bir de açlık gelip kapısını çalmasın mı! Sülün Kız dal dal meyvelere bakmış: “Ah şu ağaçlar Tuba olsa; eğil desem eğilse; doğrul desem doğrulsa!” diye hayıflana hayıflana meyvelere uzanmış ama, ağaçlar el atıp tutmaya dal vermemiş, uzandıkça, onlar da başını yukarı kaldırmış...

.           Tasa Kuşu, yine yaprakların arasından seslenmiş ona: “Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: geçti ayva, geçti nar... İster taş ye ister hardal!” deyince, kızın yüreğine öyle bir ateş düşmüş, öyle bir ateş düşmüş ki, yanıp kül olmaya az kalmış.

Gürül gürül akan sulara bakıp: “Ah şu sular Kevser olsa... İçsem içsem kanmasan; güneş vursa yanmasam...” diye, yana yakıla sulara eğilmiş ama, hikmeti Hüda, sular da kuruyup çekilmiş; ne altın oluk bir damla su vermiş, ne gümüş oluk... Aman yaman derken başını bir taşa vurmuş. Kim başını vurur da ayılmaz ki, Sülün Kız ayılmasın!

.           “Ah anamın aşı, kuyunun başı... Ye tuzlu tuzlu, iç buzlu buzlu... Ya evde otur, gergef işle; ya bağa git, toprağı avuçla; dahası ne umurun!” demeye başlamış. Bir demiş, iki demiş, derken bir hışırtı işitmiş. Bir de dönüp bakmış ki, ne baksın; Tasa Kuşu, ağaçların arasında kanat vura vura geçip gidiyor, kim bilir hangi avarenin başına konmaya!  

.           O zaman yüreğine öyle bir su serpilmiş, öyle bir su serpilmiş ki, Sülün Kızın; rahat bir nefes alıp “ooh!” demiş; oh deyince de ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyar peyda olmuş: “Oh Dede benim. Dile benden dilediğini! Güler yüz mü istersin, tatlı dil mi?” diye sormuş. Sülün Kız da: “Oh Dede, Oh Dede; güler yüz de isterim, tatlı dil de... İlle hepsinden üstün anamı isterim, anamı!” deyince “yum gözünü” demiş dede; yummuş gözünü kız. “Aç gözünü” demiş dede, açmış gözünü kız. Bir de görmüş ki, ne görsün, anasının dibinde... Oh Dede’nin yerinde yeller esiyormuş ama, güldükçe güller açıyormuş yanağında; söyledikçe, bülbüller şakıyormuş dudağında... Gayri Tasa Kuşu gelip de dalına konabilir mi!

.           O günden geri güler yüz, tatlı dil ile günlerini gün etmişler; gel zaman git zaman, kısmeti de açılmış kızın; kırk gün, kırk gece toy, düğün etmişler; balı kaymağa katıp yemiş içmiş, muratlarına ermişler. Darısı yurdumuzun güzelleri başına!

* *

İsmimi duyanlar herhalde metin kırılmasının mucidi olduğumu bilirler. Metin kırılmasını anlatmak nedense canımı sıkıyor burada. Çünkü yer o kadar müsait değil. Bende söz çok, ama bu derginin bana sunduğu yer o kadar geniş değil. Metin kırılmasının ne demek olduğunu öğrenmek isteyenleri eserime ısmarlıyorum. Tabii burada bu masal münasebetiyle metin kırılması üzerine birkaç cümle kuracağım. Bu incelemede metin kırılması yöntemini detaylı bir biçimde yukarıdaki masala uygulayamayacağım, ama okuyucunun şunu bilmesini isterim ki, bu masalın Derindeki metininden söz ediyorsam bunu metin kırılmasına borçluyum. Bu yöntem olmasa ben bu masalı böyle derinlemesine kavrayamaz ve anlamlandıramazdım.

            Metin kırılması eserde hakikatle çatışan noktalarda bulunur. Bu noktalarda Derindeki metine ait bilgiler bulunmaktadır. Derindeki metin de sanatçının öz yaşamı ve iç dünyası üzerine kuruludur. Ama metin kırılması her eserde olmaz. Ancak büyük sanatçıların eserlerinde bulunabilir. Elbette masallar anonim ürünlerdir, yani eserlerin asıl sahipleri bilinmemektedir. Anma biz şunu biliyoruz ki, bu masalı birkaç insan oturup meydana getirmemiştir. Masalı bir insan sanat eseri olarak ortaya koymuş, ama kendisini gizleyip halka mal etmiştir.  Bu alçakgönüllü insanların büyük birer sanatçı olduğundan da kimse kuşku duymasın.

            Uzun lafın kısası yukarıdaki masal bir Derindeki metin saklamaktadır. Şimdi ben tıpkı hazır yemek misali işin mutfak kısmını kendime saklayarak okuyucularıma bu eseri metin kırılması yöntemiyle çözümleyeceğim. Derindeki metinini gün yüzüne çıkaracağım. Tabii gençlerin yazımı ilgiyle, iştahla okumaları için ilaçların içerisindeki tatlı misali biraz esprili bir dil kullanmaya da özen göstereceğim. 

            Memleketin birinde Sülün Kız derler, bir kız varmış.” Hımm, kızın ismi Sülün’müş. Bu güzel olduğuna delil olabilir.  Çünkü bu tür kümes hayvanlarının, hatta tüm kuşlar içerisinde en güzeli, sülündür.  Sülün ismi masaldaki kızın güzel olduğuna delil olmasa bile “güzel bir isim.” Zaten eski devirlerde haremlik selamlık, kaç göç gibi adetler ve görücü usulü evlenme nedenleriyle bir genç kız en büyük primi isminden alırdı. İsim güzelse geri tarafı pek önemli değildi. Erkek tarafı önce isme bakardı. Kızı görmese de olurdu.  

            Okuyucu ortada bir fol yumurta yokken konuya hemen girişimi yadırgayabilir ama ben biraz sabırsızım, çünkü masal beni bayağı içerisine çekti. İlgilendirdi. Ne de olsa iki kız babasıyım. Bu masalın çözümlemesini de onlara hediye edişim olaya biraz duygusal boyut da kattı. Çünkü koca göbeğim açlıktan guruldadığı ve eşim de beni sevdiğim bir yemeğe davet ettiği halde yazma işini sürdürüyor ve birkaç kelime daha fazla yazmak için klavyenin tuşlarında harfleri aramaktayım. İş kızlarım olunca bayağı işi ciddiye alıp bütün dünyayı bir tarafa atışıma kendim de şaşırıyorum. Halbuki özel hayatımda yemek deyince akan sular bile dururdu. Demek ki kızlarımı yemekten daha fazla seviyormuşum, bunun daha yeni farkına vardım. Kız oğlan pek ayırt etmezdim, demokratik bir baba olaraktan her evlada eşit muamelede bulunduğumu sanırdım, meğer kızlara biraz daha ayrıcalıklı davranıyormuşum.

            Masalın daha başında Derindeki metin şifalı suların yerden kaynaması gibi kendiliğinden gün yüzüne çıkmış, metin kırılmasına lüzum kalmadan. İşte daha başta bu masalın Derindeki metinin konusu veriliyor: “Ne kimsenin bir tüyüne dokunur, ne de yerdeki karıncayı incitirmiş ama, Allah kalbine göre vermemiş yoksa...” Yani kız iyiymiş ama kalbine göre bir eş bulamamış. Burada bunu diyor ama sanki dediğine pişman olmuş gibi bir daha masalda bu tür bir söz geçmez. Sanki geçim derdi kala kala bu kıza kalmış gibi masalın konusu “geçim derdi”ne odaklanır. Sülün kızın asıl derdi gözlerden saklanır.

            Önce kızın “tasa”sını bir öğrenelim. Tasa, kaygı demek. Kaygı, korkudan farklı bir psikolojik durumdur. Korkuda obje bellidir. Örneğin insan köpekten korkar. Ama kaygıda obje belli olmadığı gibi kişinin niçin kaygı duyduğu da açık değildir. Kaygılı durumu bastırdığımız için bilinçte kaygı uyandıran objeyi bilemeyiz. Okuyucu işte böyle bir tasa ile karşı karşıya. Sülün kız da tasasını bilmiyor, masalı anlatan da. Tabii ben olmasam okuyucu da bilmeyecekti. Ben de her şeyi metin kırılmasına borçluyum. O sayede eserlerin Derindeki metini ortaya çıkarıp insanların sözlerinin arkasındaki anlamları çözmekteyim. Evet Sülün kızın tasasını birlikte bir okuyalım, neymiş bakalım: ““Ne bir dağda yağmurumuz var, ne bir bağda yaprağımız var; sönen ocağımızı ne ile yakacağız” Haa unuttum demeyi. Sülün kızın babası ölmüştü. Masal acıklı başladı, ama böyle sürmez. Masalın başında ölen ebeveynler, masalın ortasında veya sonunda iyilik edecek birer varlık olarak geri dönerler. Bu masallarda değişmez bir kanundur. Çünkü masallar umudun bittiği yerde dinleyenlere umut aşılar, onları hayata bağlar. Sülün kız babası ölünce geçim kaygısı yaşamış. Sanki annesi yok gibi. Yani bu kaygı hakikatle çatışıyor. Gerçek dışı bir şey. İnandırıcı değil. Kızlar böyle bir şeyi o kadar tasa yapmazlar BİR. İkincisi anası varken bunun tasası ona düşmez. Eski devirlerde tarım toplumlarında işi genellikle ana yapardı. Bir ana da pekala evini geçindirirdi. Bu konuda babayı aratmazdı. Akrabalık ilişkileri, köylülerin yoksul insanlara yardımları da çok olurdu. Yani bu kız dertsiz başına bir tasa almışa benziyor. Evet hakikatle çatışan bu noktada bir metin kırılması vardır. Metin kırılmasının olduğu noktada Derindeki metinin ortaya çıktığını, gün yüzü gördüğünü belirtmiştik. Evet Derindeki metinde Sülün kızın bir tasası bulunmaktadır. Bu tasa kızın ağzından dökülen cümledeki “yağmur” ve “yaprak”ta gizlidir. Kızın tasası yağmur ve yaprağa kavuşamamak. Yağmuru da yaprağı da çözeceğiz. Ama bu iş adım adım oluyor.

            Anası da bizim gibi kızın tasasını merak ediyor. Ona soruyor öğrenmek için. Ama demin de dedik ya bunu. Sülün kız da tasasını bilemez. Çünkü tasa korku gibi değil. Objesini saklar. Tabii Sülün kız Yüzeydeki metinde geçim kaygısından söz eder anasına. Anası da kızın yüreğini ferahlandırır. Bu konuda bir kaygısının olmasını yersiz görür: “A sülün kızım; demiş, ne diye kara kara düşünüp durursun? İki el, bir baş içindir; geçinmeyecek ne başımız var? Ben çulha dokurum, sen gergef işlersin; gül gibi geçinip gideriz.” Zaten ben de okuyucuya buna benzer şeyler demiştim. Ama onların geçim derdini çözecekleri “çulha dokuma” “gergef işleme” gibi marifetlerini unutmuştum. Öyle ise bu kızın derdi başka. Burada hiç kuşku yok ki bir metin kırılması var. Bakalım kız bu sefer tasası için neler söyleyecek, anasını da bizleri hangi sözlerle aldatmaya çalışacak.

            Kız anasının bu sözleri ile biraz yatışıyor. Ana kız el ele verip çalışıyorlar. Para biriktirip köyün üstündeki dağa bir bağ kuruyorlar. Ama bu sefer de kızın tasası başka bir biçimde alevleniyor: ““Ya dağımızı sel alırsa, ya bağımızı yel alırsa? Bütün emeğimiz suya gider, yorulduğumuz yanımıza kalır...” Yanlış anlamayın ortada ne sel var ne de yel var. Böyle bir tehlike yok. Kız yoktan bir tasanın kurbanı oluyor. Tabii böyle bir tasa o yaştaki bir genç kıza hiç yakışmaz. Bu hakikatle adeta toslaşır. Derindeki metindeki tasa burada “sel”, “yel” kelimelerinde gizlenmiş. Bu sel ve yel ne ola ki? Genç kızların tasaları içerisinde neye karşılık gelebilir?

            İşte bu noktada biraz genç kızların gelişim psikolojisi üzerine okuyucularıma bilgi vermek istiyorum. Kadınlar erkeklerden çok daha güçlüdürler.  Nedeni bellidir. Yetişmeleri bizden daha meşakkatlidir. İnsan kolay kolay kadın olamaz. Bin çeşit tasanın içerisinde büyürler. Her birini zorlu dağlar misali aşarlar da öyle kadın olurlar.  İşte bu tasalardan birisi de evlenmek kaygısıdır. Evlenmek onlar için başlangıçta kaygı vericidir. Çünkü el kapısına gideceklerdir. Yabancı her zaman kaygı uyandırır. İşte masalda bu kaygı ilgili cümle ile ifade edilmiştir: “Ya dağımızı sel alırsa, ya bağımızı yel alırsa? Bütün emeğimiz suya gider, yorulduğumuz yanımıza kalır...”

Anası bakın ne güzel teselli veriyor kızına: “Yapma kızım, etme kızım; yağmur yağmadan sele gitme kızım; ağzını hayra aç ki, hayır gelsin işine. Yoksa böyle ağrımayan başa yağlık bağlarsan, başını dertten kurtaramazsın gayrı.”

Kızın tasası boşa çıkıyor. Dağ da bağ da yeşilleniyor. Ama bir tasa gider başka bir tasa gelir. Sülün kız da bu sefer şunu tasa eder: “Ya asmada üzüm olmazsa; ya salkımı düzüm olmazsa? Ben bu dağa, dağ mı derim; ben bu bağa bağ mı derim!” Kız hep boş şeylere tasa ediyor. Dağ bağ yeşermiş, kız üzüm olmazsa diye kaygı duyuyor. Boş kaygı. Hakikatle çatışıyor. Hiç yeşillenen şey ürününü vermez mi? Ama mesele o değil. Aslında Derindeki metinde  kızın derdi başka.

            Evet bu noktada genç kızlardaki başka bir kaygıya değinmem yerinde olacaktır sanırım. Onlar biraz büyüyüp serpilmeye başlayınca çeşitli kaygılar yaşarlar. Genç kızlar, kadını kadın yapan organlarının belli bir olgunluğa erişip erişemeyeceğini kafalarına çok takarlar. Örneğin anneleri gibi iri göğüslerinin olup olamayacağı onları hep endişelendirir. Bunun için akranları ile kendilerini her bakımdan kıyaslarlar. Bazı konularda ufak tefek şeyleri büyütürler, büyük ve aşılmaz birer soruna dönüştürürler. Demin de dediğim gibi kadın olmak kolay değildir, her adımında binlerce sorun yaşanır. Biz daha işin başında bile değiliz. Yani Sülün daha genç kız bile değildir. İşte kafasına taktığı tasası da böyle önemsiz bir şeydir: “Ya asmada üzüm olmazsa; ya salkımı düzüm olmazsa? Ben bu dağa, dağ mı derim; ben bu bağa bağ mı derim!”

            Anası bakın kızına ne güzel de yanıt veriyor:  “Aman kızım; dünyada her şey insanın elinde, avucunda değil; ne diye olur olmaz şeylerin tasasına düşüyorsun? Tasa dediğin ne korkuya benzer, ne kuruntuya; ismi var, cismi yok bir kuştur o! Nerede avare varsa, gidip onu bulur. Gayri ne dur bilir; ne durak, üzüntüden üzüntüye atıp dünyayı başına zindan eder adamın!”

Bayıldım anasının bu sözlerine. Uzman bir psikolog bile bu kadar güzel bir yanıt veremez. Hele tasayı ismi var cismi yok bir kuşa benzetmesi ne kadar da yerinde olmuş. Tasayı adeta tanımlamış. Biz başta demedik mi, kaygının objesi bulunmaz diye? Anası da benzer bir biçimde ismi var cismi yok bir kuşa benzetmiş tasayı. Onun avare kızları bulup başına konması da güzel bir yaklaşım, kızları bu tür tasalardan uzaklaştırmada. Tasa avare kızlara bulaşır. İşinde gücünde olanlardan uzak durur. Bunu hem ebeveynler hem de öğretmenler iyi bellemelidir.   

            Ama Sülün kız şeytana uyar, anasının sözünü dinlemez, kendisini avareliğe vurur. “Tasa Kuşu’nun gözlediği de bu değil mi! Kaşla göz arasında varıp kanatları arasına almış onu...” Eyvah, biz Tasa kuşunu bir benzetme sandıydık. Meğer böyle bir kuş varmış. Masal bu ya. Kızın başına konmuş. Bu da hakikatle çatışır. Çünkü kuşlar insanlardan kaçar. En fazla insanların başlarını kirletir. Onların başlarına konmaz. Burada bir metin kırılması var. Sülün kızın başına tasa kuşu konunca dünyası değişiyor. Bu dünya gidiyor, başka bir dünya geliyor. Yani Yüzeydeki metin gidip Derindeki metin gün yüzüne çıkıyor: “Sülün Kız, bir de gözünü açıp bakmış ki, ne baksın; misli menendi yok bir bahçe! Bir yanında kuşlar şakıyor yanık yanık... Bir yanında sular akıyor oluk oluk... Ağaçlarında da türlü meyve, türlü koruk... O kuşlara kumru mu desem, kanarya mı desem, ne desem! O sulara şeker mi desem, şerbet mi desem, ne desem! Meyvesini de ne siz sorun ne ben söyleyeyim; bulunsa bulunsa Erem bağlarında bulunur belki...”

            Sülün kızın dünyasına başka bir bahçe, oluk oluk akan sular, meyveler, kuşlar giriyor.

            Genç kızların büyümelerinde yeni bir evreye ulaştığımızı Tasa kuşunun başlarına konmasından anlayabiliriz. Böyle bir kız sorunlar yumağına adeta düşer. Çünkü dünya bahçesinde yavaş yavaş ailesinin dışındaki bazı kimseler de ilgisini çeker. Daha doğrusu erkekler uzaktan da olsa dünyasına girer. Tabii o da gelişen vücuduyla erkek akranlarını  ilgilendirmeye başlar. İşte buradaki semboller de çeşit çeşit erkek akranlarını karşılamaktadır. Sülün kızın kimi erkek akranı kuş gibi başından uçup durur, kimisi oluk oluk önünden akar, kimisini de Sülün kız meyve gibi almak ister cazibesinden. Evet bu ergenliğin başlangıcında olan insanların tutumuna çok güzel uymaktadır. Yanlış anlamayalım, burada cinsel bir arayış değil, bir genç kızın safça karşı cinsin farkına varması işlenmektedir. İşte karşımızda cinsel gelişimin en karmaşık sahnesi. Bir anne baba, bir eğitimci olarak genç kızların içerisinde bulundukları psikolojik durumu anlayarak gerekli müdahale ve yönlendirmelerde bulunmak için üzerimize çok görevler düşüyor. Tabii her şeyden önce onları doğru anlamak...

            Genç kızlar bu evrede iken pek narindirler. Çabuk kırılabilirler. Kadın olma yolundaki güçlüklerin en büyüğü “seçilmek zorunda” oluştur. Erkek egemen bir toplum yapısı kızları adeta ezer. Seçilmek zorunda oluş kızları büyük bir umutsuzluğa itebilir. Kızların bir kısmı bu yüzden cinsiyetleri ile barışık olmazlar. Küs olanlarına da çok rastlanır. Bir kısmı da erkeklere açıkça özenir. Erkekler kuş gibi kızların başlarında özgür bir biçimde uçarken onlar evlerinde izinle belli bir süreliğine o da çoğu kez bir erkek refakatinde ancak çıkabilirler. Erkekler gürül gürül akan su misali duygu ve coşkularını dile getirirken onlar utanır ve sıkılırlar. Çoğu kez duygu ve coşkularını bastırmak zorunda kalabilirler. Yine erkekler meyve misali ortalığa dökülüp herkesin ilgisini çekerken kızlar o devirde pek çekingendi. Kadınların süslenmeye, takıya ve güzel giysilere karşı eğilimi de erkek egemen toplumun erkek lehindeki olgularını dengelemeye yarar. Tabii bu koşullarda kimse kadın olmak istemez. Evet anne baba ve eğitimcilerin üzerine bu evredeki kızların bu tür sorunları için büyük görevler düşmektedir. Gerçekten kadın olmak erkek olmaktan bin kat daha güç bir şeydir. Bu çağdaki kızlara karşı çok anlayışlı olmak gerekir. İşte okullarda olması gereken cinsel eğitimin en önemli konusu da bunlar olmalıdır. Ama nedense insanlar bazı şeyleri sulandırmaktan özel bir haz almaktadır. Halbuki eğlenceye alınan bu tür konularda genç kızlar aşamadıkları büyük psikolojik sorunların pençesinde kıvranmakta, büyük acılar çekmektedir.

            İşin bilimsel boyutuna daldık, ama masaldan da kopmamak lazım. Bizi asıl ilgilendiren tabii masal. Sülün kız biraz daha büyüdü, genç bir kız görünümüne ulaştı ve bu yüzden farklı kaygıların kıskacında yer almaktadır.

            Evet bir anda genç kızlar açgözlü, kendini beğenmiş, herkeste kusur arayan bir varlığa dönüşebilirler. Kimseleri beğenmemeleri başta anne babaları olmak üzere çevresindeki insanları üzer. Hep beyaz atlı bir prensin hayalini kurarlar. Yani şimdiki dile çevirirsek evi, hizmetçileri ve Mercedes’i olan zengin ve yakışıklı bir beyle izdivaç etmek isterler. Ama böylesi de pek bulunmaz ki. Bulunsa da bakalım Sülün kızı beğenecek mi? Yani ham hayaller bunlar. İşte şu cümlelerle eş seçiminde bu tür bir sahne gözler önüne seriliyor: “Ah bin gözüm, bin kulağım olsa da, bin bir sesi birden duyup dinlesem!”  Evet bu sözlerde büyük bir hırs hemen dikkati çekmektedir.

Hırs mahrumiyet sebebidir. Bu kanunu öğreninceye kadar dişlerimin çoğunu kaybettim. Bir de tabii burada aşk konusu işleniyor. Aşkın bir kanunu var: Kaçan kovalanır. Yani genç kızlar saf bir aşkla erkekleri avlamaya kalkarsa erkekler kuş misali kaçışırlar. Sülün kızın da başına gelenler bundan ibarettir: “Sen misin yok yere tasaya düşen! O anda bütün kuşların ağzı dili tutulmuş; kumrular da susmuş, kanaryalar da, bir serçe bile kanadını kımıldatmamış... O zaman Tasa Kuşu yaprakların arasından seslenmiş ona: ‘Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: Geçti gül, geçti bülbül... İster ağla, ister gül...’”

Tasa Kuşu Sülün’e yeni bir tasayı müjdeliyor yukarıdaki sözünde: “O zaman Tasa Kuşu yaprakların arasından seslenmiş ona: ‘Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: Geçti gül, geçti bülbül... İster ağla, ister gül...’” Bu, evde kalma kaygısıdır. Yani yaşıtları evlenecek o evde kalacak. Gülün de bülbülün de zamanı geçecek. Bir genç kızın aşağılık duygusu için bundan daha beter bir şey başına gelmez. Tabii bütün bunları masalın söylenildiği yüzyılları düşünerek anlamaya çalışalım: Kadının ekonomik bağımsızlığı yok. Kadın feodal bir toplum yapısında yuva kurmak yolu ile ve çocukları sayesinde bir nebze özgürlük ve eşitlik için erkek tarafından seçilmek, beğenilmek zorundadır.

İnsanoğlu yine de umudunu kesmez. Sülün kız da öyle. O erkek olmasa bu olur arayışında. Sülün Kız dal dal meyvelere bakmış: “Ah şu ağaçlar Tuba olsa; eğil desem eğilse; doğrul desem doğrulsa!” diye hayıflana hayıflana meyvelere uzanmış ama, ağaçlar el atıp tutmaya dal vermemiş, uzandıkça, onlar da başını yukarı kaldırmış...” Demin de söyledik aşkın kanununu. Bu kanun Sülün kıza bir ayrıcalık tanımaz. Çünkü tüm insanlar için geçerlidir. Sülün kız dolap beygiri gibi gözleri kapalı aynı hatanın etrafında dönüp durmaktadır.

Tasa kuşu yine aynı müjdeyi farklı sembollerle yineler: “Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: geçti ayva, geçti nar... İster taş ye ister hardal!” Sülün kız evde kalma kaygısı ile ne yaptığını bilmez. Derdime çare olur diye yaptığı işlerden kaygısı daha da artar. Çünkü aşkın kanununa göre hareket etmemektedir. Meyvelere uzanan bir insanın iştihasıyla erkek akranlarına ilgi göstermekte, bu ilgi yüzünden de erkek akranlar karşısındaki cazibesini yitirmektedir. Erkek akranları ondan kaçmaktadır. Tabii bu değerlendirmelerimde kesinlikle zerre kadar bir cinsellik olmadığını, öyle anlayanları kınadığımı özellikle belirteyim. Bu değerlendirmelerim genç bir kızın şehvetten uzak saf bir aşk ve evlenme isteğinden başka bir şey değildir. Bu durum genç kızların gelişimlerinde yaşanan doğal bir olgudur.

İnsanın umudunun öyle kolay tükenmeyeceğini belirtmiştim. Sülün kız bu sefer farklı yapıdaki erkek akranlarına ilgi gösterir ve onlarla evlenmek ister: “Gürül gürül akan sulara bakıp: ‘Ah şu sular Kevser olsa... İçsem içsem kanmasan; güneş vursa yanmasam...’ diye, yana yakıla sulara eğilmiş ama, hikmeti Hüda, sular da kuruyup çekilmiş; ne altın oluk bir damla su vermiş, ne gümüş oluk...”

Her şeyin hakkı üçtür diye bir söz vardır. “Kuş”, “meyve”ler, “su”dan sonra Sülün kızın aklı başına gelir. Bir şeylerde yanlış yapmaktadır: “Aman yaman derken başını bir taşa vurmuş. Kim başını vurur da ayılmaz ki, Sülün Kız ayılmasın!” Sülün kız uyanıyor. Kendine geliyor. Yanlışlarına dur diyor. Bu önemli bir aydınlanmadır: “Ah anamın aşı, kuyunun başı... Ye tuzlu tuzlu, iç buzlu buzlu... Ya evde otur, gergef işle; ya bağa git, toprağı avuçla; dahası ne umurun!” demeye başlamış.” Yani kız olduğunu, beğenilmek ve seçilmek zorunda olduğunu anlıyor. Evde anası aşını hazırlıyor, önünde gergef, tarla işleri onu bekliyor. Toplumun ona biçtiği görevler bunlar. Tabii o devri kastediyorum. Bu devirde kızlar elbette okumalıdır. Erkeklere kafasını takmanın yanlışlığına varması bir iç görüdür

Böyle bir kızda artık kaygı kalır mı? Kalmaz elbette: “Bir de dönüp bakmış ki, ne baksın; Tasa Kuşu, ağaçların arasında kanat vura vura geçip gidiyor, kim bilir hangi avarenin başına konmaya!”

Sülün kız rahatlıyor. Rahatından bir oh çekiyor. Yazımın başında da dedim ya, masalın girişinde ölen ebeveynler masalın ortasında veya sonunda dirilip kahramana yardım eli uzatırlar.  Sülün kız bir oh çekince “Oh Dede” isimli birisi ortaya çıkıp ondan dileğini sorar. Sülün kız aklı başına geldiği için ondan güzel şeyler ister: “Oh Dede, Oh Dede; güler yüz de isterim, tatlı dil de... İlle hepsinden üstün anamı isterim, anamı!” Hani bizim kızımız erkek delisiydi? Hani evlenmek için ona buna sarkmıştı? Hani aşkı için rezil rüsva olmuştu? Sülün kızın yukarıdaki cümleleri onun hakkında bu tür olumsuz düşüncelere sahip olanlara bir tokat gibi çarpabilir. Elbette insanoğlu hatasız olmaz. Bir düşer bir kalkar. Mesele kalkmasını bilmekte. Hatada ısrar etmemekte. Sülün kız bütün olumsuzluklara dur demeyi başarmıştı. Aşkın kanununu geç de olsa anlamıştı, ama mesele onu geç de olsa anlamaktı. Kendisine çeki düzen verip işine gücüne bakmıştı. İşte aklı başında bir genç kızın istekleri bunlardır: “Güler yüz, tatlı dil ve anasına saygı.” Bütün bunlar evlenmek isteyen erkeklerin genç kızlarda aradığı şeylerdir. Güler yüz, tatlı dile kimsenin bir şey diyemeyeceğini biliyorum, ama kızın anasını istemesine kimse bir mana verememiştir kanımca. Zaten anasının yanındaydı, onu kaybetmemişti, Sülün kız bir yerlere de gitmemişti. Bu isteği hakikatle çatıştığı için metin kırılmasına işaret etmektedir. Derindeki metinde Sülün kızın erkeklerin ilgisini çekebilmesi, evlenebilmesi için  anasına saygılı olması gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü bugün de öneminden bir şey kaybetmese de eskiden erkek tarafı kız isteyeceği zaman kızın anasına bakar şu atalar sözünü söylerlerdi: Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al.” Kız kısmı genellikle anasının bir kopyasıdır. Yani toplum konuyu genellikle böyle değerlendirir. Toplum geniş ailelerden oluştuğu için yani karı koca yanında erkeğin ana ve babası da evde bulunduğundan erkek kısmının kızın anasıyla ilişkisini dikkate alması çok yerinde bir tutumdur.

Masal başında Derindeki metini kendiliğinden doğmuştu. Sonunda da öyle. Masalın sonu her genç kıza güzel bir örnek ve umut da olacaktır: “O günden geri güler yüz, tatlı dil ile günlerini gün etmişler; gel zaman git zaman, kısmeti de açılmış kızın; kırk gün, kırk gece toy, düğün etmişler; balı kaymağa katıp yemiş içmiş, muratlarına ermişler. Darısı yurdumuzun güzelleri başına!”  

Ben de bu yazım için aynı temenniyi yapıyorum: Darısı yurdumun güzelleri başına.   

                                                                               Muhittin Pektaş

                                                                               Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni